9 Ocak 2014 Perşembe

İçindekiler

14. Yolun sonu.




Evime döndüm. İlk iş, eşofman tayt çorap yağmurluk ve bilumum malzemeyi çamaşır makinasına attım.

Bu yolculuğun, benim için bir hayal kırıklığı olmayacağını baştan tahmin ediyordum. Gerçekten de, hayatımda yaptığım en iyi işlerden biri oldu.

3 ay boyunca yalnız başıma yollarda olmak... Bunun nasıl hissettirdiğini kısaca nasıl tarif edebilirim tam bilmiyorum, ama şöyle diyeyim. Bir süre sonra yolda olmayı öyle kanıksadım ki, bazen bunun (yolda olduğumun) farkına irkilerek varıyordum. Özellikle insanın düşünmeye çok zaman bulduğu zamanlarda, yani şehir gezmecelerinden ziyade yollarda oluyor bu - mesela Garmeh'e doğru çölde giden eski Mercedes'in bir koltuğunda otururken, kaç haftadır yolda olduğumu hesaplayıp, bütün bu hikayeye nasıl uyum sağladığımı düşünüyordum. Sabah kalkıyorsun, haftalardır yaptığın şey yollarda olmak, seyahat etmek. Bir süre sonra sanki hayatımda başka bir şey yapmamışım - bütün ömrümü gezerek geçirmişim gibi gelmeye başladı. Çalışma hayatı (kelimenin tam anlamı ile) "bulanık" anılardan ibaretti. Kod yazmak, çağrı çözmek, işe gitmek... Bir zamanlar böyle şeylerle uğraşırken, şu işe bakın, İran'da bir otobüste, bilmediğim yerlere doğru gidiyorum! Vay canına vay!



Bu seyahat içime öyle sindi ki, geriye bakıp da "keşke şöyle yapsaydım" dediğim tek bir şey bile yok! Sadece "iyi ki!"lerden bahsedebilirim.

İyi ki bisikletle gitmişim... Türkiye'de öyle çok yer gördüm, öyle çok insanla tanıştım ve sohbet ettim ki... Yolcuğun tamamını bisiklet üzerinde geçirmedim ama, geçirdiğim sürede yaşadıklarım bana yetti. Harikaydı. Harika. İyi ki, sınırsız zamanım varmış gibi, yavaş yavaş seyahat etmişim.

Tek başıma olmak, benim için hiç problem olmadı. Yolda o kadar çok insan bununla ilgili sorular sordu ki... Oysa gerçekten, tek olmanın nesinden çekinildiğini hayal bile edemiyorum.

Kamp kurmak, doğada olmak, turistik olmayan yerlerden geçmek, benim "gezgin" olma hissimi çok artırdı. Bu hissi sevdiğime, bu şekilde seyahat etmenin benim için anlamlı olduğuna karar verdim. Güzel bir müze, tarihi bir yapı... Lonely Planet kitabını takip ederek pek çok etkileyici yer gördüm. Ama bu yolculuğumda benim aklımda en çok kalanlar... Yağmurlu bir gecede kaldığım eski köy ilkokulu, terk edilmiş bir kalede kamp kurmak, Suşehri civarında girdiğim termal buzdolabı-küvet, bir köyde çadırımın içine doluşup, avaz avaz bağırarak Kürtçe sayı saymayı öğreten çocuklar, İran'da beni arkadaşımın evine kadar otomobili ile götüren yardımsever Ali oldu.


Bu seyahate çıkmadan önce, iş yerinde çalışarak geçirdiğim günlerimin, sonumu yavaş yavaş getirdiğini düşünüyordum. Haftaiçi sabah uyandığım zaman, ne mutlu ne de mutsuzdum - hiçbir şey hissetmiyordum. Benim için anlamlı olacak bir şey yapmak istiyordum. Kaderimi değiştirmek istiyordum. Hayatı daha farklı yaşamak istiyordum. Bu benim için önemliydi. Bu imkana sahiptim.

Bu yolculuğun beni değiştirmesini, daha iyi biri yapmasını istiyordum. Farkındalığımın artmasını umuyordum. Evet, değişen bazı şeyler oldu. Yıllardır rutine binmiş olan ev/iş/arkadaş düzeninden ayrıldım. Tek başıma, istediğim gibi 3 ay geçirdim. Zihnimde doyurmak istediğim yerleri doyurdum.

Sonunda hem işimi, hem evimi hem de arkadaşlarımı özlemeye başladım. İstifa ederek yola devam etme şansım vardı. İstifa etmedim. İşime, evime ve arkadaşlarıma döndüm. Yola çıkmaya nasıl karar verdiysem, dönmeye de öyle karar verdim. Yola çıkma kararı zordu. Dönme kararı çok daha zor oldu. Ama dönmeyi ben seçtim.

Şimdi, işime olan bakış açım değişti. Seyahatle ilgili açlığımı doyurdum - artık omzumu silkip, yöneticilerime "ben gidiyorum" diyebilecek kadar seyahat tutkum yok. Ama daha önemlisi, İstanbul'da çalışarak geçirdiğim zamanın da aslında boşa geçmediğini düşünüyorum. Tersine, burada geçen zaman çok değerli, ve boşa geçirilmemesi lazım (kendi "değişimim" ile neyi kastettiğimi anlıyor musunuz)... Şimdi, çalışma hayatımdaki hedeflerime daha iyi konsantre olabiliyorum.

Her şeyin bir yeri ve zamanı var. Çalışma zamanını çalışarak geçirmek lazım. Seyahat zamanını seyahatle geçirmek lazım. Ben her ikisinin, beni daha iyi bir adam yapan şeyler olduğunu düşünüyorum.

...Ve evet, zamanı gelince, tekrar büyük bir seyahat yapmak istiyorum - zamanının geleceğine eminim. Bununla ilgili planım yok; sadece ileride, böyle (nasıl? henüz ben de bilmiyorum!) bir seyahati gerçekleştirebilecek güce, isteğe ve imkana sahip olmayı diliyorum. Umarım şans benden yana olur. Yazgımı çok merak ediyorum.

Bazı arkadaşlarım "cesur" olduğumu söylediler. Yaptığımın cesaretle alakası yoktu - çevremde bu işi yapan ve mutlu olan bir sürü insan vardı. Ben onların yöntemini izledim. Eminim ki, benim tanıştığım kadar çok gezgin ile tanışan hemen herkes, ister istemez sonunda böyle bir maceraya atılacaktır. Bu açıdan, kendimi hiç özgür hissetmedim (Birden fazla insan, çok "özgür" olduğumu falan söyledi, o yüzden bunu belirtiyorum). Çevremde seyahat eden insanlara uydum sadece; bisikletle seyahatin harikulade olduğunu görür görmez anlamıştım. Fakat bu pek "özgür" bir düşünce değil - daha çok iyi bir fikrin kopyalanması. Özgür olmayı gerçekten isterdim, fakat nasıl özgür olunabileceği konusunda hiç bir fikrim yok; bu seyahatte özgürlüğü bırakın tatmayı, kokusunu bile almadığımı düşünüyorum. Kaldı ki, yolculukta beni motive eden hislerden biri egom idi. Kim, egosu ile özgür olabilmiş ki...


...Çamaşırları makinaya attıktan sonra, evi biraz derleyip toparladım. Ardından yapacak bir şeyim de kalmamıştı. Tam 3 aydır böyle hissetmemiştim, ne yapacağımı bilmiyordum, can sıkıntısı ile salonda birkaç volta attım. Sonra, kanepeye oturup, kumandayı elime aldım.


Yolun sonu.

8 Ocak 2014 Çarşamba

13. Garmeh, Trans Asya Ekspresi



Esfahan->Shiraz->Yazd->Garmeh güzergahı.



Yazd'dan sonra geriye sadece birkaç günüm kalmıştı. Çöl bölgesinin çok güzel olduğunu arkadaşlarım Lina, Bruno ve Henrick sık sık dile getiriyorlardı. Ben de son günlerimi bu tarafta geçirmeye karar verdim. Çölün ortasındaki bir vaha-köye, Garmeh'e doğru yola koyuldum.

Artık gezgin arkadaşlarımızla yollarımız ayrılıyordu. Bruno, Lina ve Henrick, güneye, Dubai yönüne yolculuklarına devam ettiler. Bense, kuzeye çıkışa başladım. Garmeh'ten sonra Tahran'a, oradan da Ankara'ya geçeceğim.

Garmeh'e gitmek pek de kolay değil- günde tek bir Mahmooly otobüsü, Garmeh'e 30km uzaktaki Khur'a gidiyor. Khur'dan da taksiyle Garmeh'e gidebilirsiniz, taksi fiyatı 4 dolar.

Mahmooly'ler, İran'daki ikinci sınıf otobüsler. Müthiş bir kekoluk sonucu, bindiğim otobüsün fotoğrafını çekmedim. Ama şöyle tarif edebilirim - 80'lerden kalma Mercedes 0302 tipi otobüsler, allanıp pullanıp, her türlü klakson, ışık, peluş ve resimle, yazıyla bezenip, orta büyüklükteki kentler arasında, nispeten ucuza çalışıyorlar. Sürat olarak fena değiller, konfor olarak da eh... Keşke bizim otobüsün bir fotoğrafı olsaydı; yan pencerelerinde "Barbecue" (???), ön camında da "Romantic" yazan, hem içi hem de dışı yanıp sönen kırmızı ışıklarla dolu, batmobil-dürümcü otobüsü-pavyon karışımı şahane bir örnekti.

Otobüs yolculuğunda yan koltukta oturan bir kadınla uzun uzun sohbet ettim. Otobüste iki yabancı daha vardı, onlar da Garmeh'e gidiyorlardı.

Otobüsteki yol arkadaşım, İngilizce bilen bu hanım oldu. Kırmızı ışığa aldanmayın, burası otobüs - pavyon değil.




Garmeh, Dasht çölünün ortasında, palmiyelerle bezeli küçücük bir köy. Atashooni isimli bir pansiyon, misafir kabul eden tek yer. Fiyatlar İran standartlarına göre çok yüksek, görünüşe göre buraya zaten İran'lı bohemler için kurtarılmış bölge olarak işletmeye çalışıyorlar. İçeride, bizi misafirperver Maziar karşıladı. Akşam saatlerinde varmıştık ve karnımız acıkmaya başlamıştı. Ming (Çinli arkadaş) ve Jibel (Fransız arkadaş) bir oda tuttular, ben çadırda kalmaya karar verdim. Yemeklerimi pansiyonda yiyecektim.

Kısa süre sonra, diğer konuklar da pansiyonun oturma odasına damladılar. Açık büfe yemeklerin (tavuk, pilav, salata, hepsi leziz) sofraya gelmesi de çok uzun sürmedi. Herkes yemeğe gömüldü, ben o sırada Tahran'lı bir bey ile sohbet ettim. Yemeğe gelen tüm konuklar entel dantel kılıklı İranlılardı...

Bu arada, Maziar'ın müzisyen olduğunu öğrendik, daha önce Mevlana Törenleri'nde Konya'da falan da çalmış. Yemekten sonra da, bir arkadaşı ile birlikte çalmaya başladılar. Gerçekten çok özel bir akşamdı.

Bilmediğim şey, o gece konuştuğum Tahran'lı beyefendinin, Asghar Farhadi'nin ta kendisi olduğu idi. Kahretsin, "A Seperation" un yönetmeninden bahsediyorum!!!! Ben de adamla günlük gülistanlık konular konuştum kek gibi.!!!!!

Yemekten sonra biz Jbel'le kuvvetli nargileden içtik.

Gece, kampım parlak yıldızların altındaydı. Çöl kampı çok güzel. Çöl kampı çok sessiz. Çöl kampı karanlık ve esrarlı.

Her öğün farklı yemekler çıkıyordu, mesela ikinci gün öğle yemeğinde nar soslu acı yoğurtlu bu nefis şeyleri yedim.

Bizimkilerle, köyün yakınındaki bir su kaynağına gittik, ayaklarımızı suya sokup balıkların derilerimize pilipili yapmalarını seyrettik. Köyü  hemen yakınında, bir film çekimi yapılıyordu, biz de "seda yapmadan" (Türkçe öyle tembihlediler) bir sahnenin kaydına şahit olduk. Başrollerden birinde oynayan kadın çok profesyoneldi, ağlamalı sahnede konsantrasyonunun bozulmaması için, herkes kaka-kiki yaparken uzakta bir yere gidip kendi kendine kederli kederli oturuyordu (A.Fahradi de, filmin çekimlerini izlemek için oradaymış).

İmam rolündeki başrol oyuncusu adam ile Ming, bir hatıra fotoğrafı çektirdiler. Ming, oyuncuya sarılıp poz verdi, bizim başroldeki oğlan çok kıllandı. Bi 5 dakika filan geçtikten sonra Ming'in yanına gelip "o fotoğrafı siler misin fazla samimi çıktık" diye mahçup mahçup rica etti, ve Ming' fotoğrafı silince, daha mesafeli olarak yeni bir hatıra fotoğrafı çektirdiler.

Garmeh'te ikinci akşamım. Yan yana duran hanımlardan biri Everest'e tırmanmış, diğeri nü fotoğraf sanatçısı. Pek sıradan insanlar sayılmazlar, kısacası.

Garmeh'ten sonra Tahran'a döndüm, burada arkadaşım Hamid (yine!) bana göz kulak oldu, arkadaşlarının evinde kaldım.


Bu seyahati bitirmek için en uygun yol, Trans Asya Ekspresi ile Türkiye'ye dönmek olmalıydı. Bilet fiyatları (İran tarafındaki yemekler dahil) yaklaşık 45dolar (1.4milyon Riyal).  4 Aralık Çarşamba akşamı Tahran'da uluslararası tren istasyonundaydım. Çantalarım şöyle bir şakacıktan arandı, bisiklet ve ekipmana bagaj fişi takıldı.  Tren yolculuklarını hep sevmişimdir. Bu seferki, diğerlerinden de daha özeldi. 3 aylık aradan sonra, eve dönüyordum. Heyecanlıydım. Kafamdan bin türlü düşünce geçiyordu. 



Tren o kadar uzun zamanda gidiyor ki, saatleri değil günleri sayıyorsunuz - ama bilmek isterseniz tam 64 saat sürdü. Doğrusu hiç sıkılmadım! İlk akşam, tren hareket ettikten sonra yemeklerimizi (kompartmana servis ediliyor) yedik. Ertesi gün, İran'ın kuzeylerine gitmekle geçti, Tebriz ve diğer yerler kar altındaydı. Akşama doğru (Perşembe) sınıra yaklaştık - iki gümrük muhafızı, sınırdan önceki istasyonda trene binip pasaportlarımızı damgaladı. Türk tarafına geçtik, modern gümrük binalarında pasaportlarımızı damgalatmak için sıraya girdik. İran'lılar, alışkanlıkla,  kadın-erkek ayrı sıralar oluşturuverdiler. 

Benim pasaportum damgalanırken ufak bir pürüz çıktı - İran'a girerken otomobillerin kullandığı sınır kapısından bisikletimle geçmiştim. Şimdi dönüşte de, otomobillerin kullandığı kapıdan çıkmam gerekiyormuş! Oradan bir memur "5bin lira cezası var" demesin mi!!! "Acıyın bana abiler" tadında atlattım bu badireyi de.



Kompartman arkadaşlarımla öğle yemeği yerken. Trendeki tek non-İranlı bendim.

Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Van İskele'ye vardık, İran'lılar feribotun bira stoklarını hemen tükettiler. Şenlik geç saatlere kadar sürdü - ben yanıma kamp ekipmanımı almıştım, millet göbek atarken kuytu bir yerde matı serip tuluma girdim, sabaha kadar uyku! Tatvan'da TCDD trenine geçtik.







Türkiye'nin coğrafyasının, İran'a göre ne kadar bereketli (ve doğrusu, güzel) olduğunu fark etmemek imkansız. İran'ın çorak örtüsünde geçen günlerden sonra, Türkiye'de renk cümbüşü ile karşılaşılıyor. Van civarında tüm topraklarda tarım yapılıyor. Muş'tan geçerken, hemzemin geçitlerde traktörler trenimizin geçmesini bekliyor- İran'da traktörler o kadar az ki! Köylerimiz öyle güzel ki, sonra yollarımız... İnsan pencereden bakmaya doyamıyor. Türkiye'yi özlemişim yahu!..

Ertesi gün (Cuma gündüz), içki partisi ve eğlenceler devam etti. Şarkılar, halaylar, şakalar, alkol... Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan akşamı ettik. Geriye sadece bir gece kalmıştı- yolculuğun bitmesini hiç istemiyordum.






İran'lı bir Kürt olan Aram, yetenekli bir saz sanatçısı. Yol boyunca hep Farsça türküler söylenmişti - bir ara Aram bana dönüp "Uzun ince bir yoldayım"ı çalmaya başlamaz mı! Şarkı söyleme sırası bana gelmişti!

Nihayet, Cumartesi öğleye doğru, kondüktör "Ankaraaaa..." diye seslenerek kompartman kapılarına vurmaya başladı. Trendekiler, perona dökülürken herkes birbirine sarılıyor, facebook adresleri ve telefon numaraları havalarda uçuşuyordu.



Benim yolculuğum, daha yola çıkmadan çok önce, böyle bir seyahati yapmayı düşlediğim zaman başlamıştı bile. İlk pedal vuruşumdan aylar ve aylar önce, hayal kurarken, insanların bloglarını okurken, malzeme araştırırken, ben yolculuğa başlamıştım zaten.

Bu işin başlangıcı, bir Cumartesi sabahı Bostancı'dan hareket edişime denk gelmiyor. Bundan çok öncesine, aileme planlarımı anlatmama denk geliyor. Bir sabah yöneticime muzip muzip sırıtıp "abi konuşalım mı" dememe denk geliyor. Seyahat, yolculuğun sürdüğü zamandan fazlasını kapsıyor.

Benim seyahatim, bisiklete bindiğim anda başlamadığı gibi, trenden indiğim zaman da sona ermedi. Seyahatin bir kısmı da, sevdiklerime başımdan geçenleri anlatmak -insan bazen yolda sadece bunun hayalini kuruyor-. Aileme, arkadaşlarıma, gördüklerimi heyecan ve keyifle anlatmak da, hikayenin bir parçası oldu.

O yüzden, seyahatin dönüşü beni buruk hissettirmedi; tersine, eve dönülünce anlatılanlar, macerayı tamamlıyor.

4 Ocak 2014 Cumartesi

12. Shiraz, Persepolis, Yazd

Esfahan'dan Shiraz'a bir gece otobüsü ile gittim. Uykum öyle piç oldu ki, zaman kazanmak adına bir daha gece otobüsüne binmeyeceğime yemin ettim. 

Shiraz, ülkenin üçüncü en turistik kenti. Doğrusu Shiraz'dan daha etkileyici yerler görmüşlüğüm var, yine de burada 2 gün geçirdim. 







Taksimetre olmadığı için, eğer taksiye binecekseniz, baştan pazarlık etmeniz gerekiyor. Taksicinin önerdiği fiyatın %70'ine falan gidebilirsiniz. Bir de, bazı taksiler dolmuş gibi çalışıyor - yoldan bulduğunu topluyor, bunlarda genelde sabit fiyat, 1000 toman filan. İşte 50 kuruş gibi bir şey yapıyor.  Benzin çok ucuz, ve bu taksi ücretlerine de yansıyor: mesela 3 dolara, bayağı kilometrelerce uzaktaki yerlere gidilebilir. 7-8 dolara, 1.5 saatlik mesafeye götürüp, sizi 2 saat bekleyip, sonra geri getirmesi için bir taksiciyle pazarlık edebilirsiniz.

Taksiciler çok paragöz, bir yandan da naifler. Mesela bir taksici sizden her zamanki ücretin daha fazlasını isteyip, sonra taksiden inerken size telefon numaralarını verip bir sorununuz olduğunda aramanızı tembih edebilir.


İran'ın "Şahin"i, Paykan. 1960'ların teknolojisine sahip bu otomobillerin motorları o kadar verimsiz çalışıyor ki, silindire püskürtülen benzinin yarısı falan yanmadan eksoza doluyor olmalı, çünkü bu yanınızdan geçerken leş gibi benzin kokuyorlar. Hatta bir iddiaya göre İran hükümeti, bu tekerlekli Çernobillerin üretimini bir an önce kesmesi için, üretici firmaya "hava parası" ödemiş.

Eksoz kirliliği, ülkede ciddi bir problem. Her şehirde, havadaki partikül miktarını gösteren elektronik tabelalar var; seviyeler yükselince maskeyle gezmek gerekli.


Alkol satışı yasak olsa da, görünüşe göre İran'lılar pek "kuru" kalmıyorlar. Evinde içki yapanlar gırla gidiyor, karaborsa da parası olan İran'lıları günaha sokuyor. Yasak olan şeylerin yapılması,  bir çeşit başkaldırı. O yüzden içki içmenin siyasi bir anlamı var. Bir sürü insan sarhoşluk anılarını anlatıyor, ya da "ben çok içki içerim!!!" diye sohbete giriyor. Aşağıdaki fotoğrafta görebileceğiniz gibi, alkol ihtiva içmeyen biralar var, lezzet olarak "elma suyu" diye tarif edebilirim.

Burada güzel görünmek ve güzel kokmak önemli. Parfümerilerin önü daima kalabalık.  Hanımların çoğunun burnu estetikli. Sokaklarda her an burnu bandajlar içerisinde biri ile karşılaşabilirsiniz. Estetik yapmaya parası olmayanlar da, durumlarını gizlemek için, bu bandajlardan takıp, burnunu yaptırmış gibi davranırlarmış!

Shiraz, bitpazarı.


 Persepolis'i uzun uzun anlatmayayım, gidip görmek lazım. Burada, kırk yılın başı rehberli tura gireyim dedim ama tur işini pek sevmedim. En iyisi, Persepolis'teki serbest rehberlerden birini ayarlayıp, onunla kenti gezip, sonra da kendiniz istediğiniz kadar gezmek. Yoksa efendim yemek saati efendim dönüş saati diye, adamlara tabii oluyorsunuz.



Patates sanarak  bir kase dolusu bunlardan aldım. Tadı bir değişik geldi. Meğer şalgammış!





Shiraz'dan Yazd'a otobüsle gittim. Çöl yolculuğu uzundu. Büyük kentler arasında modern otobüsler çalışıyor. Bu araçların şerrinden korunmak için, yollarda önlerine çıkmamanız lazım: hasbelkader şeridimizde bizden azıcık yavaş giden bir otomobil olursa, şöför hiç gaz kesmeden kornaya basıyor - ufak otomobil ön camda gittikçe büyüyor. Nihayet otomobilin şöförü dehşet içinde kendini sağ şeride atarken, otobüs hiç istifini bozmadan yoluna devam ediyor. Otobüsler ucuz; en uzun yolculuklara (mesela 12 saat) en fazla 8 dolar ödeniyor. Otobüslerde emniyet kemeri kullanmak mecburi, bazen polis kontrol noktalarında bir memur binip, herkesin kemerini takıp takmadığını kontrol ediyor. Namaz saatinde mola veren otobüslere, Türkiye'den alışığım.

Yazd çöle kurulmuş. Çok büyük bir kent değil. Eski evleri, sokakları ile, rastgele gezilmelik bir yer - Mardin gibi. Çok sevdim.



Şehir merkezine gitmek için, Yazd otogarında bir belediye otobüsüne bindim. "City center" dedim, şöför "gel gel" diye işaret yaptı. Sağolsun para da almadı. Sonra Yazd'ın bir banliyösünde, "city center" diye seslenip beni indiriverdi. Hiç öyle merkezi bir meydan değildi burası. Sonra inşaat halindeki büyük bir binanın (herhalde alışveriş merkezi)
üzerindeki tabelayı görünce, duruma uyandım. 











Çocuklar çat pat İngilizce biliyorlar. Okulda öğrendikleri, ama gerçek hayatta konuşulduğuna pek tanık olmadıkları bu lisanı yabancılar üzerinde denemeyi çok seviyorlar. "Hello how are you?" diye sorduklarında anlaşılır bir yanıt aldıklarında, ağızları kulaklarına varıyor!







Yazd bir çöl kenti. Evlerin bazılarında rüzgar türbinleri var, bu zamazingolar sayesinde sıcak mevsimlerde evin içinde cereyan oluyor.





Yazd'da kaldığım Silk Road Hotel'in bodrum katındaki yurt odası. Kenti gezmekten yorulunca, kendimi otele atıyordum. Burası gezginlerin buluşma yeri gibi - herkes başka başka maceraların peşinde. Mesela motorsikletli Max, dünya turuna çıkmış (https://www.facebook.com/mxrtw?fref=ts), Edson ise bir yandan gezip bir yandan kitap yazıyor (https://www.facebook.com/walkertravels?fref=ts). Sabah, otelin avlusunda omletlerimizi götürürken sohbet ediyor, sonra öğleye doğru herkes bir yere dağılıyor... Akşamları hep birlikte masamıza çöküp, otelin lezzetli deve kebaplarından yiyorduk. Güzel zamanlar...