22 Aralık 2013 Pazar

6. Güneydoğu Anadolu ve Sırtçantası

Erzurum'da 3 gün geçirdim. O ana kadar hiçbir şehirde bu kadar uzun kalmamıştım, ama bu molanın sebepleri vardı. Birincisi, havaların düzelmesini bekliyordum. İkincisi, hemoroid oldum ve bu bisiklete binmemi olanaksız kılmıştı.



Hemoroid olduğumu anlar almaz (anlamam çok zor olmadı) ok gibi  hastaneye gittim, ve 1 hafta iş göremez raporu aldım. Böylece iznimi biraz daha uzatmış oldum.











Hastaneye dolmuşla giderken, Batı istikametinden gelen yabancı plakalı bir motorsiklet gördüm. Motor hızla uzaklaşırken "Herifin boku donuyor olmalı" diye içimden geçirdim. Sonradan bu motorun sahibi ile tanışma şerefine nail oldum, ve gerçekten benim onu gördüğüm esnada fena üşüdüğünü öğrendim. Tim, İngiltere'den Hindistan'a motoruyla gidiyor, 60 küsur yaşında, ve çok keyifli bir tip.
Erzurum'a giderken yolda tanıştığım Adam ve babası ile (onlar da bisikletle seyahat ediyorlar, bkz. http://swanagetobangkok.co.uk/day-91-meeting-a-turkish-rider-kerem/) buluştuk, ve Tim de bize katılınca, hep birlikte birşeyler içtik - Adam ve babası, Erzurum'da keyifle bira içecek tek bir bar bile olmadığından yakındılar, o yüzden çay içmeye karar verdik.




Tim, Adam ve babası
Bu arada Sinan ve Esra (kardeşim ve eşi), bayram tatilinde Güneydoğu'yu otomobille gezmek istiyorlardı. Ben de onlara takılmaya karar verdim. Böylece 10 gün boyunca, ailecek seyahat ettik.

Erzurum'da geçen 3 günde, bisikletle daha fazla devam edemeyeceğime karar vermiştim. Yolda hemoroid ile cebelleşmek istemiyordum, ve görüş aldığım tüm doktorlar, kekoluk etmemem konusunda ikazda bulundular. Onlara göre yola devam edersem hastalık, kesin tekrarlanırdı. Açıkçası bu ihtar beni memnun etmişti, çünkü bisikletle gezmekten biraz yorulmuştum ve başka ulaşım yöntemlerini de denemek istiyordum.

Bisikleti otobüsle Ankara'ya götürdüm, ve Sinan'larla buluşmak üzere Elazığ'a trenle gittim. Elazığ merkezindeki pazar çok kalabalıktı, çünkü bayram zamanı gelmişti...








Elazığ'a giderken, kompartman arkadaşım "yetenek sizsiniz" yarışmasına katılmış, evine dönüyordu. Tezahuratlarımıza dayanamadı, ve sazını eline aldı. Müziği duyan komşu kompartman ahalisi de bizim mekana sökün etti.

Elazığ çok hareketliydi, bayram alışverişi, kurban kesme hazırlıkları, başka şehirlerden gelenler, gidenler...



Bu rakamlar, dükkan sahibinin kaç çay içtiğini gösteriyor. 
Çaycılar çarşıda dolaşırken, çay kaşıkları ile tepsilerine ritm tutuyorlar, esnaf onların yaklaştıklarını anlıyor.








Elazığ ve Harput'u gezdikten sonra, Bingöl'e, ve Muş'a gittim hareket ettim. Yolda birkaç kere otostop çektim; şansıma, en uzun beklediğim süre 15 dakika falandı. Aşağıdaki fotoğraflarda beni araçlarına alan 4 ekip var; bir arkadaşınız ziyarete giden bir abi, köyden büyükbaş hayvan taşıyan kamyonet şöförü amca, bir hasta naklinden dönen bir ambulans, ve Tülin ve Burhanettin çifti - bu çiftle tanışmak da benim için çok iyi bir şans oldu, onlarda da seyahat ruhu vardı, ve yolda benim için birkaç ilginç yerde mola verdiler, ve Malatya'nın içinde bir de tur attırdılar. Onları en kısa zamanda aramalıyım, İstanbul'da görüşmek güzel olacak. :)







Bayram hazırlıkları gittiğim kentlerde had safhadaydı; bıçak bileycileri ve berberler gece geç saatlere kadar çalıştılar.



Derken Mustafa Amca ile tanıştım; Malatya Çarşısı'nda metal atölyesi'nde oturuyordu. Biraz sohbet ettik, ve Mustafa Amca, bana inançlı olmanın faziletlerini uzun uzun anlattı. Derken, 1968 yılında Hac görevine giderken Diyanet İşleri tarafından kendisine verilmiş olan Kuran-ı Kerim'i elime tutuşturdu, ve kendisine birkaç sayfa okumamı istedi. Böylece ben de hayatımda ilk kez, yüksek sesle Kuran okumuş oldum.









Muş'ta, kentin eski yapılarının yıkıntıları arasında Suriye'li insanlar yaşıyorlar, ve halkın yardımları sayesinde yaşamaya çalışıyorlardı. Kalabalık bir grup, çadırların etrafında ateşler yakmışlar, dağıtılan kurban etlerini pişiriyordu.





Sinan ve Esra ile buluştuk, ve sonraki günlerde pek çok Güneydoğu Anadolu kentini birlikte gezdik.

Bu Sinan.






Buralarda çok güzel kahveler içebilirsiniz; menengiç kahvesi, kremsi yoğun, tatlı ve yumuşak bir kahve. Leziz. Diyarbakır Sülüklü Han'da içmenizi tavsiye ederim. Mırra ise, acı ve keskin bir tadı olan akışkan bir kahve. Bu kahve eskiden sadece imtiyazlılar tarafından içilebilirmiş. Kahve içilirken, servis yapan kişi elinde cezve ile yanınızda bekliyor, ve fincanınızı tekrar tekrar dolduruyor - ta ki siz fincanı, servis yapan kişiye geri verene dek. Eğer fincanı masaya korsanız, bu servis yapan kişiye hakaret sayılıyor. Garsonunuzun gönlünü almak için de, kendisini evlendirmek, çeyizini düzmek, ya da altın vermek zorundasınız. Yani mırranın şakası yok.









Mardin'de başımıza gelen en iyi şeylerden biri, Şah47 Kebap Salonu'nda Veysi Abi'nin leziz kebaplarını yiyip, keyifli sohbetine ortak olmaktı. 











Mardin yakınlarındaki Dara antik kentini gezdik. Özellikle kuytu bir köşedeki "zindan" su sarnıcı çok ilginçti - bu devasa su depolama alanı, insanı ürküten bir yüksekliğe sahip çok etkileyici bir yapı. Bu tarihi ve özel yer, köydeki vatandaşlara emanet edilmiş - bizi gezdiren kişinin, tarih konusunda bilinçli biri olduğunu görmek içimizi rahatlattıysa da, buraların daha çok ilgiye muhtaç olduğunu gördük.


Suriye sınırı



Mardin'in Süryanileri, lezzetli şarapları ile tanınıyorlar. Biraz daha zaman harcadığınızda ise, bu halkın, özgü yaşamlarını devam ettirdiklerini görüyorsunuz. Fakat, maalesef artık sayıca iyice azalmışlar; örneğin Nusaybin'de sadece bir Süryani ailesi kalmış olduğunu öğrendik, eskiden ise, kentin kilisesi hayli faalmiş.

Şu an civarda birkaç kilise, yapım amacına uygun olarak işletiliyor, ve hemen hepsi ziyarete açık. Bunlardan bazıları (daha erişilebilir ve turistik olanlar), hayli bakımlı görünüyorlar, ve kısmen modern bir müze gibiler. Ancak gidilmesi daha güç olan uzak kiliseler, hiç turistik değiller. Yapılar restorasyon görmemiş, ve çok daha etkileyici görünüyor. Ben, Türkiye'nin bu ucunda keşiş hayatı yaşayan rahipler olduğunu bilmiyordum. Bu manastırların, her zaman bir rehber eşliğinde geziliyor olması çok faydalı oluyor.






... Ve nihayet, Ağrı göründü. İnsan bakmaya doyamıyor, fotoğraflar bazı şeyleri hissettirmekte yetersiz kalabiliyorlar, ama görkemi fotoğraflardan bile anlayabilirsiniz.



Burası, Doğubeyazıt'ta İshak Paşa Sarayı. Çok iyi işlenilmiş bir müze, açıklamalar detaylı, yapı çok iyi korunmuş, çok etkileyici idi. Havanın çok çok soğuk olduğunu da ayrıca not düşerim!

Pek çok tabela Kürtçe


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder