22 Aralık 2013 Pazar

7. Şırnak Esendere arası

Bayram tatili boyunca ailemle geçirdiğim 10 gün gayet keyifliydi, ve sonrasında yine yalnız yola devam edecektim. Bazı kararlar vermem gerekiyordu.

Yolculuğu nasıl yapacağımla ilgili karar verirken etken olan, yalnız gezmek, ve bisikletle seyahatle ilgili bazı tespitlerimi paylaşmalıyım...

Otomobille ve sırt çantası ile gezmek, başta daha konforlu görünüyor, ve kısa zamanda daha "çok" yer gezilebiliyor. Bu güzel. Özellikle, nispeten ıssız yerlerde, dağ başındaki, bisikletle giderken "erişilemez" görünen yerler pekala bir anda kapsama alanına alınabiliyor. Fakat otomobil o kadar hızlı ki, bir günde çok fazla yer geziliyor, bu da insanın konsantrasyon ve heyecanını azaltıyor. İşin macera ve bilinmezlik kısmı nispeten az. İnsan yolda olmaktan ziyade, devamlı yeni yer görmekten dolayı yoruluyor.

Zaten yalnız başıma otomobille seyahat etmeyi düşünmüyordum - beni kesmezdi. Sadece otobüs ve diğer toplu ulaşım araçları ile gezmek de zor olmalı, çünkü peşpeşe şehirler geziliyor. Bu da temponun yükselmesi demek. Şehirler yorucu yerler, bazı şehirler diğerlerinden güzel, bazıları ise manasız. Birbiri ardına 10 kent gezilince, sanki ayrı şehirler değil de, tek bir şehrin mahallelerini geziyormuşsunuz gibi geliyor. Oysa bisiklet (ve benzeri) ulaşım şeklinde, en somurtkan şehir bile, varılan bir hedef, ve kurtarılmış bölge haline geliyor. Şehirde otel imkanı var, büyük bir market var, birkaç restoran var, çay bahçesi var, şehrin temposu ve insanları var! Ulaşmak için 2 gün boyunca köyden köye bisikletle gittiğim Kırıkkale'de bile biraz zaman geçirmek istedim - ki Kırıkkale vahim derecede sıkıcı bir yer.

 Bu durumda, otostop mantıklı görünüyor - bilinmezlik faktörünü artırmanın iyi bir yolu. Türkiye'de otostop çekmenin kolay ve eğlenceli olduğunu düşünüyorum. Otostop çekerken, bisiklette aldığım "yolda olma" hissine yakın şeyler hissediyordum - beni almadığı halde korna ile selam verenler...vs. İnsan yolda var olduğunu hissediyor, ama tabii yolculuktan zevk almak için bu kadar sosyal olmaya neden ihtiyacımın olduğu sorgulanabilir; galiba ben yolda olduğumun farkında olunmasını fazlaca önemsiyorum?

...Lafı dolandırmayayım, otostopta da dikkat edilmesi gereken şey, yol seçimi. Ana yollarda otostop çekmektense, köyleri birbirine bağlayan ikinci sınıf yollarda otostop çekmek çok daha ilginç bir deneyim olmalı. Normalde geçilen güzergahların dışında olmak, macera hissini, ve tesadüfi keşifleri katlayarak artırıyordur eminim. Otostopun en büyük dezavantajı bence, istediğiniz anda durma şansınızın daha az olması.

Bir de, ben kamp yapmayı seviyorum kardeşim! Her akşam otelde kalarak çok uzun süre seyahat edemem. Hubba (çadırım) ile geçirdiğim bir ayın sonunda, "ev" hissini yaşayabildiğim bir yuvam vardı artık - bunu yitirmek istemiyordum.

Yolda bana en çok sorulan sorulardan biri "yalnız sıkılmıyor musun?". Bir sürü insan, bir arkadaşımla bu işi yapmamın daha hayırlı olacağını söylüyor. Ben, yalnızken kendimi iyi hissediyorum. Arada birkaç gün başkaları ile gezmek dinlendirici oluyor, ve güç katıyor. Ama birkaç günden sonra, kendi başıma geçirdiğim zamanı şiddetle özlüyordum.

Bu arada Güneydoğu'yu otomobille geçerken çok keyif aldım. Bu rotayı bir de bisikletle geçmek çok iyi bir fikirmiş gibi göründü, çünkü otomobilde eksik kalan şeyler vardı. Böylece, Şırnak'tan başlayarak, Hakkari ve Yüksekova'ya, oradan da İran'a bisikletle geçmeye karar verdim. Bisikleti Şırnak'a götürdüm.

İyi ki de böyle yapmışım.

Önce Diyarbakır'a gittim - bu kenti daha önce 2 kere gezmiştim, ama bir gün daha geçirirken hiç sıkılmadım. Arka sokakları, agresif çocukları, hanları ile, şahsına münhasır bir yer!





Şırnak'tan Hakkari'ye giden karayolu, Cudi dağlarının gölgesinde nefis manzaralar, ve korkunç tırmanış ve inişlerle bezeliydi. Neredeyse hiç düzlük yoktu, bundan dolayı menzilim düşüktü. Ama yolculuk harikaydı, ve acelem yoktu.

(Babamın tavsiyesi ile), bu seyahatte sanki sınırsız zamanım varmış gibi acele etmeden seyahat ettim. Bunun ne kadar iyi bir tercih olduğunu anlatamam. Eğer bir büyük (turistik) şehirden diğerine, bir tarihi anıttan diğerine koşturuyor olsaydım, bu yolculuğun işyerinde aldığım izinlerde gerçekleştirdiğim 1 haftalık tatillerden farkı kalmamış olacaktı - sadece daha uzun süreli seyahat etmiş olacaktım. Oysa yavaş yavaş ilerlemek, bir anlamda daha önce yaşamadığım bir deneyimi  - gezgin olmayı bana tattırdı. 

Hem, eğer sınırlı zamanım varmış gibi seyahat etmiş olsaydım, bilincimin bir yerinde yine "dönme" düşüncesi olacak, zaman sınırından dolayı çalıştığım şirketin baskısını (izinde olmamda rağmen) hissedecek, ve muhtemelen çalışma hayatı ile barışık olarak dönemeyecektim. Bunun detaylarını daha sonra yazacağım.




Yolda giderken arkamdan gelen ıslıklar ile irkildim, ve bir kayanın üzerine tünemiş bu çobanın bana işaret ettiğini gördüm. Nazlanmadan U dönüşü yaptım, ve çoban da kayadan aşağı seyirtti. Çobanın elindeki Kalaşnikof'u görünce, mesleği ilgili bir yanılsamam olduğunu anladım. Civardaki bir barajda bekçilik yapan bir korucu idi (ismini vermiyorum), ve beraber korucuların koğuşuna gidip, çay içtik - bölge hakkında konuştuk.

Güzel bir gece: kamp yapmak için durduğum köyde, çocuklar elbette ki kısa zamanda yanımda bitiverdiler. Hep bir ağızdan  bağrışarak bir sürü şey anlattılar, bir sürü şey sordular, ve sonra onlarla birlikte çadırı kurduk. Çocukların hepsi çadırda oturmak istiyorlardı, ama Hubba hepimizi alamazdı, o yüzden çocuklar çadırın içinde otururken ben dışarıda kaldım! Çadırın içine sıkış pıkış doluşan İsa, Tamer, Özgür Serkan ve diğerlerinin bana avaz avaz Kürtçe 1'den 10'a saymayı öğretmeleri, gezinin en keyifli saatlerindendi .

Yolumun üzerinde, 34 kişinin bombardıman ile öldüğü Robovski (Ortasu olarak geçiyor) Köyü de vardı. Burada pek çok insan ile, uzun uzun konuştum, çoğunluk birkaç yakın akrabasını birden yitirmişti. Öğle yemeğimi, köyde yedim. Sadece Robovski değil, yolda durakladığım pek çok köyde insanlarla (şimdi burada uzun uzun anlatmayacağım) politik konularda konuştuk, ve burada yaşayan insanlar, bakış açıları, ve yaşananlarla ilgili ilk elden izlenimlerim oluştu. İşsizlik, buralardaki en büyük problemlerden biri. 

Hayvan fotoğrafı sevmiyorum ama bu yavru köpeklerle yarım saat falan oynadım, bir fotoğraflarını koymazsam ayıp olacak.






Ali Abi ve ailesi, beni bir akşam evlerinde konuk ettiler - şansıma o akşam evde büyük bir ziyafet veriliyordu. Ben davetsiz misafir olarak, evde krallar gibi ağırlandım, sohbetlerine ortak oldum, banyo yaptım... Ertesi gün teşekkür etmek için Ali Abi'leri aradığımda, önce kim olduğunu anlayamadılar, sonra "Ha şu Türk olan!" diye anımsadılar beni. :)


Ali Abi'lerin köyü'nden ayrılırken.


Bu rampaları tırmanırken epey zorlandım, ve "ben niye böyle bir sefalet yaşıyorum ki" diye, kendime sorup durdum. Hiç de zevk almıyordum, ama inatla bisikletle tırmandım.

"Mal, keşke bir kamyonete koysaydın" dediğinizi duyar gibiyim. Haklı olabilirsiniz, ama bisikletle seyahat etmek her ne kadar fiziksel olarak çok zor olmasa da, biraz mücadele içeriyor. Mücadeleden vazgeçmek, kolay bir seçim değil. İnsan,  bütün o yolları bisikletle geçmiş olmaktan gurur duyuyor, "bütün yolu bisikletle mi geldin" diye hayran hayran sorulduğu zaman (sanki çok kolay bir işmiş gibi, doğal bir sesle) "ha evet" demek istiyor. Çok havalı! Bunca yol gelindikten sonra, bir dağa mağlup olmak mı? Pffff...

Doğrusu, Hakkari yakınlarındaki Süvarikotra geçidi, beni tüm diğer tırmanışlardan daha fazla zorladı - 1100m kadar tırmanılıyor. Ama, şimdi düşünüyorum da, kardiyo ile tırmandığım toplam süre 2saat civarındaydı. Öeh, yani gerçekten, insanlar bu kadar süre boyunca spor yapmak için para veriyorlar. 2 saat, çok da tahammül edilemez bir süre değil. 



Süvarikotra'dan aşağı hayvanlar gibi hızla inerken, bir de ne göreyim! Bir minibüs dolusu hanım, düğüne giderken, yolda sıkılmışlar, dağın ortasında yol kenarında durmuşlar, bir yandan Kürtçe bir şarkı söylerken bir yandan da halay çekiyorlar!!!! Bir saat önce dağı tırmanırken "ben ne yapıyorum" diye söylenip duruyordum. Aşağıdaki manzara ile karşılaşınca ise, bu sefer "of, işte yolda olmak bu!!" hissi bastırmıştı.



Yol boyunca sayısız askeri kontrol noktasından geçtim, Çukurca kavşağındaki bu noktada askerlerle epey lafladık, ve sonra yemeğe davet edilince, senelerden sonra ilk defa, asker karavanasına kaşık salladım. Yemek nefisti.

Çukurca - Hakkari karayolu bir vadinin içinden geçiyor, yanından Zap suyu akıyor, ve insan asfaltta giderken, trekking yapıyormuş gibi hissediyor. Manzara dehşet.


Güneydoğu'da seyahat ederken, geçen 5 günde sadece bir kere öğle yemeği yaptım, diğer tüm günlerde, insanlar beni sofralarına davet ettiler. Üzümlü Köyü yakınlarındaki bu korucu noktasından geçerken de, neşeli bir pikniğe katıldım, uzun yıllardır bu işi yapan korucular, savaşın bitmesi sayesinde, emekliliklerinin gelmesini huzur içinde bekliyorlardı.






Harun ve kardeşi, dik bir rampada, bisikletimi metrelerce arkadan ittirdiler. Sonra utanıp, koşarak evlerine kaçtılar :) 

Hakkari girişinde  çöpler, insanın genzini ve kalbini yakıyor. Belediye başkanı, bu konu gündeme geldikçe "nikarım", yani  "yapamıyorum" dermiş. 

Kış çok çetin geçmese de, geceleri takviyeli yatmam gerekiyor: yanımda sıcak çayım oluyor, ve çoğu zaman sabaha karşı uyanıp bir bardak içmem gerekiyor. En kötüsü ise, sabahın köründe uyku tulumundan çıkmak. Uyandığım zaman burnum üşümüş oluyor (açıkta olduğu için), her yerim sıcakken sadece burnumun donmuş olması garip bir his.

Günler çok erken bitiyor, ve yol almak için güne erken başlamak şart. Bisikletin sevdiğim bir tarafı bu - ancak hava aydınlıkken seyahat edilebiliyor. Erken kalkıyorsun, gündüz yoldasın, akşam hava kararmadan yarım saat önce kamp yeri aramaya başlıyorsun, karanlıkta yemek hazırlıyor, uyku tulumunun içinde biraz kitap okuyor, ve saat kimbilir kaçta (7? en geç 8!) uykuya dalıyorsun. Bu düzen, şehrin gece geç saatlere kadar süren hareketliliğinden çok farklı...
Tırnaklarımın simsiyah olduğunun farkındayım - yapacak bir şey yok banyo yapsan bile, şanzıman yağı kolay çıkmıyor. Başkalarının evinde  banyo yapmak da anımsanmaya değer bir şey. Bir ailenin evinde bir gece uyumak özel bir deneyim, ama tanımadığınız bir evde banyo yapmak gibisi yok. Daha yeni tanıştığınız bir evde, en mahrem hallerinizden birindesiniz. Banyo,  genelde bir kova dolusu sıcak su oluyor, ve dökülen her tas insana bir şeyler hissettiriyor.





Biliyorum çok sıradan bir fotoğraf gibi görünüyor. Ama şöyle düşünün, burası Yüksekova, hava serin, büyük bir sürü halinde küçükbaşlar gidiyor, yoldan tek bir araç bile geçmiyor, ve çoban sizi fark etmeden, Kürtçe türküsünü söyleye söyleye, hayvanları güdüyor. Bu kadar yüksekte ağaçlar ve kuşlar yok, sessizlik ve hayvanların çanları var. Çıt çıkarmadan dinliyorsunuz. Acaba bunu böyle yazdığım zaman, o geçen 2 dakikanın ne kadar etkileyici olduğunu tarif edebiliyor muyum...

Bu fotoğraftaki arkadaşlarımız, İstanbul'a döndüğümde "kıroların arasına düştüm" diye anlatmamam için sıkı sıkı tembih ettiler. 

Türkiye'den ayrılmadan önceki son akşamımda, yine bir köyde misafirdim.





Esendere, İran'la Türkiye arasındaki sınır köyü. Yolda giderken her zaman selam ve bazen de tezahürat alıyorum. Esendere'de de bu servis minibüsündekiler, coşkuyla veda ettiler. İran'a 2 km kaldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder