Tebriz'den çıkışım, yolculuğun ikinci ayını doldurduğum günlere denk geldi. İşverenimle anlaşmamıza göre, tam 3 ay izin kullanabilecektim, bu da geriye (sadece) bir ayımın kaldığı anlamına geliyordu. Bir karar vermek zorundaydım. Ya 1 ay sonra, İstanbul'a dönüp işbaşı yapacağım, ya da istifa edip, Hindistan istikametinde yolculuğa devam edeceğim.
Kolay bir karar olmadı. Belki de, Tebriz'de bu kadar uzun kalmamın bir sebebi de, bu kararı sancıyarak vermiş olmamdır - o anda (tek başıma) yollarda olacak halde değildim. Durup düşünmem gerekiyordu.
Yolculuk o ana kadar harikaydı. Dolu dolu, sürprizlerle bezeli günler geçirdim. Diğer yandan, hayatımı bu şekilde geçiremeyeceğimin de farkındaydım. Bir yerde, daha fazla ilerleyemeyeceğini, ilerlemek istemediğini, kendi kendine itiraf etmek gerekiyor. Kolay bir karar değil.
O anda, istifa ederek yola devam edebilecek cesaretim ve motivasyonumun kalmadığını şimdi biliyorum, ama bunu Tebriz'de kendi kendime anlayabilmem çok zordu. Doğrusu, dönmek isteyip istemediğimin yanıtını bir türlü bulamıyordum. Yolculuktan vazgeçmek, resmen su koyvermek demek!.. Hızla karar vermem gerekiyordu, ve -uzun zamandır yabancı olduğum- stres, içimi kemiriyordu. Bir gece bu konuyla ilgili bir rüya gördüm. Gördüklerimin ne anlama geldiğini çok düşündüm. Bilinçaltımda neler kaynadığını kestirmeye çalışıyordum. Ama olan şu ki, gerçekte istediğim şey işsiz kalmak değildi. İşsiz kalmaktan korkuyordum. Hatta, gerçekte işi özlemiştim. Aileme bir mail attım, ve onlar da beni geri dönmem için cesaretlendirdiler.
Sonra patronuma bir mail attım ve sordum: "benim şu an hala işten ayrılma şansım var mı?" (Çünkü ihbar sürem 2 ay idi. Geriye ise istifa edebileceğim 1 ay kalmıştı). Bu maili attıktan sonra, şunu fark ettim: umarım patron "erken istifa etme şansın yok" der diye geçiriyordum içimden. Birilerinin benim yerime karar vermesini istiyordum. Ne yapacağımla ilgili kendim karar vermek istemiyordum.
Yolculuğa çıkarken, başlangıçta istifa etmeyi göze almıştım. Eğer en baştan işi bırakmış olsaydım, bu endişelerden arınmış, açık bilinçle alınmış sağlıklı bir karar olacaktı. Ama 2 ay seyahatten sonra, insanın içindeki heyecan azalıyor. Devamlı bilinmedik yerlerde olmaktan bıkmamıştım. Lakin pillerimin dolu olmadığını hissedebiliyordum. O şartlar altında, yani bu kadar stres altında işsizlikten yana karar verip, 2 gün sonra kararımdan pişman olmam, felaketim olurdu - insan içinde böyle bir pişmanlık varken keyifle seyahat edemez.
Üçüncü ayın sonunda eve dönme kararını verdim.
![]() |
Hizmette sınır yok: Şimdiye kadar geçtiğim rota, ve bu yayında bahsedeceğim merkezleri, haritada görebilirsiniz. (Sinan Koçak sana diyorum!) |
Bruno ve Lina ile ilk durağımız Zanjan'dı. Otoyolu tercih etmiştik - yaklaşık her 30-40km'de bir para toplama noktası var. Türkiye'deki gibi elektronik ücret toplama sistemi yok, onun yerine, her otoyol çıkışından önce, bir gişe var, herkes o gişede para ödüyor. Bu da gereksiz bir trafiğe sebep oluyor. Neyse ki, pek çok kez, otoyol görevlileri "siz misafir" diyerek bizi para almadan gişeden geçirdiler!
Kente akşamın karanlığında varıp, Imamzadeh Sayed Ebrahim Camii'nin önüne park ettik. O gece Zanjan da çok hareketliydi - Aşure dolayısı ile şehir meydanında mumlar yakılmış, büyük kazanlarda çaylar demleniyor. (Kadınlar ve erkekler ayrı sıralara girip) istedikleri kadar alabiliyorlar.
Zanjan ve Tebriz, Muharrem etkinlikleri konusunda gizli bir rekabet içindeler. Her sene, kim daha çok kurban kesti diye istatistikler yayınlanırmış.
Imamzadeh Sayed Ebrahim Camii kubbesi |
Karavan bence çift olarak seyahat etmek için iyi bir araç, ama yalnız başına gezen biri kendini çok izole hissedebilir. Yakıt giderleri, sınırlarda yaşanan problemler, rüşvet meseleleri, kaza durumunda parça peşinde koşturma hikayesi, tamir güçlükleri, hırsızlık riskleri ise, hiç kimsenin pek hakkında konuşmak istemediği hususlar. En büyük sorun ise, karavana her zaman muhtaç ve bağımlı olmanız - onu bir ülkede bırakma şansınız yok. Uçağa yükleme şansınız yok.
Zanjan'da gün erken başladı. Kısa zamanda, gece kaldığımız camii, zikir için gelen topluluklarla doldu. Kentin her mahallesinden, insanlar gruplar halinde akın ediyorlar - her grubun kendi hoparlör düzeni var. Hoparlörleri çocuklar çekiştire çekiştire götürürken, büyükleri de sine vuruyorlar. Biz ayrılırken camii bahçesinde 4 farklı grup vardı, ve uzaktan yaklaşan başkalarını da işitebiliyorduk. Herkesin hoparlörü ayrı telden ağıt çalıyor, bu kakofoniye uymaya çalışarak, bir müsabakadaymışçasına, gruplar hızla ve kuvvetle zikrediyorlar.
Zanjan'dan sonra, dünyanın en büyük üçüncü kubbeli yapısı olan Sultaniyah'ı ziyaret ettik. Restorasyon çalışmalarına rağmen, içi de en az dışı kadar etkileyici idi.
Sultaniyah'tan çıkıp, Quazvin'e doğru yola koyulduk. |
Quazvin, İran'da muzur esprilerin konusu: burası efemine karakterleri ile tanınan bir kent(?). O yüzden yol boyunca bir çok kere, Quazvin'de yere para düşürürsem eğilip almamam konusunda ikaz edildim!
Quazvin'de, Lina'ların evvelden tanışmış oldukları Henrick de bize katıldı - HenrickHollandalı, Afrika'ya kendi otomobili ile gidiyor. Bir senelik bir seyahat planlamış. Onun Alamut Vadisi'ne gitmeye niyeti olduğunu öğrenince, hemen yoldaşı olmak için adaylığımı ortaya koydum. Alamut Vadisi, Quazvin'in kuzeyinde, dağlık bir bölge. Coğrafyasının enfes olması yetmezmiş gibi, meşhur Alamut Kalesi de orada! (Henrick'in blog'u: http://zoverenverder.com/2013/12/29/gedeeld-geluk-is-dubbel-geluk/) Quazvin'deki gecemizde Lina ve Bruno, nefis bir Alman usulü patates püresi yaptılar, yanında sebzeleri ile birlikte (her ikisinin de hardcore vejeteryan olduklarını, ve İran'da çok zor zamanlar geçirdiklerini söylemem lazım)! Ertesi sabah, karavanın kaloriferinin konforunda hep birlikte kahvaltımızı yaptık, ve rotamızı planladık. Bruno ve Lina'nın Mercedes'lerinin (karavanın ismi James, lafı geçmişken...) Alamut'a tırmanması olanaksızdı, onlar bize katılmamaya karar verdiler. Biz Henrick'le Alamut'a çıkacaktık. Quazvin'de hareketli bir sabah: bu defa kadınlar, Hz. Hüseyin için tören geçişi yapıyorlar. Omuzlarında taşıdıkları tabutlarda Hz. Hüseyin'i temsil eden, kafası kopmuş kanlı mankenler var. Arkadan ise, mezarları kazmak için ellerinde kürekleri ile başka bir grup kadın geliyor. En arkada, bir imam, avaz avaz bilmediğim bir şeyler haykırıyor. Elinde Hz. Hüseyin'in oğlunu temsil eden, oklarla vurulmuş kafası kesilmiş bir bebek manken var. Katliam, ancak bu kadar görselleştirilebilirmiş. Bruno ve Lina bir anaokulunda, çocuklar tarafından yapılmış bir maket görmüşler; katliamı anlatıyor. Modeldeki mankenlerin kafaları kesilmiş, vücutlarına kürdanlar saplanmış, etraf kan içinde...
|
Yola çıktığımdan beri en çok eksikliğini hissettiğim şeylerden biri, müzik arşivim. Daha seyahatin başında adamakıllı bir mallıkla yanımda getirdiğim mp3'leri siliverdim. Geriye sadece birkaç şarkı kalmıştı. Özellikle bisikletle seyahat ettiğim kısımda, bu benim için dertti. Çoğu zaman, o anki hislerime göre kendi kendime şarkılar mırıldanıyordum. Mesela havanın kapalı olduğu, insanın evde sıcak kahve içmek istediği soğuk günlerde, Morcheeba ezgileri... Hızlı gittiğim günlerde Metric.
Bilmediğim şey, Henrick'in müzik zevkinin benimki ile çok uyumlu olduğu. Yolda önce epey Marillion dinledik, ki bu kulaklarımın pasını açtı. Sonra birdenbire, Arcade Fire'dan Suburbs çalmaya başlamasın mı! Suburbs, grubun en fıstık albümlerinden bir parça, ve şiddetle özlemliyordum. Şimdi, Alamut'a giden nefis dağ yolunda, koca cipin içinde, kalorifer hafif açık, Henrick arabayı kullanıyor, ve Arcade Fire çalıyor... Müziğin, Henrick'le olan maceramıza kattığı deneyimi bir ben bilirim. Albümün bitiş jeneriğini aşağıda youtube linki olarak ekledim; bence Alamut'a giden yoldaki manzara ile çok uyumlu! Fotoğraflara bakarken şarkıyı dinlemeyi unutmayın.
Hir köyü. |
Lamiasar Kalesi. Etrafı pek göremedik ama herhalde sissiz günlerde efsane fotojenik olmalı.!! Sonra Alamut'a doğru yola devam ettik. |
Alamut Kalesi. Bu kale, Haşhaşi isimli bir örgüt kurup, müridleri ile yaşayan Hasan Sabbah tarafından kullanılmış. İddiaya göre, Sabbah, uyuşturucu verdiği müridlerine illüzyonlar göstererek, cennetin anahtarına sahip olduğuna inandırır, sonra da onlardan akla gelmez suikastler yapmalarını istermiş. Hurilerin hayali ile tutuşan müridler de, dönemin önde gelen liderlerine korkusuz saldırılar yaparlar - ancak bu hikayenin, Sabbah'ın ve İsmaili tarikatının namını lekelemek için uydurulduğuna dair rivayetler de yok değil. Dergahın ismi İngilizce "assassains" olarak geçiyor, "assasination" (İng. suikast) kelimesi de buradan gelirmiş. Kale, nispeten iyi korunmuş. Restorasyon sürüyor. Kalenin kendisi ne kadar etkileyici ise, çevresindeki dağlar ve vadi de o kadar güzel.
Bir gece kalenin eteklerinde kaldık (wild camping). Hava yine yağmurluydu, serindi. Yemeği çarçabuk hazırladık, Henrick'in cipinin bagajına oturduk, sohbet ettik, çok geçmeden uykumuz geldi, uyuduk. Kampta en çok bunu seviyorum, hava aydınlıkken geziliyor. Hava kararınca yatılıyor. O kadar doğal ki.
Quazvin'den ayrılıp, arkadaşlarım Nergis ve Khosrow'ların yaşadığı Kerej'e gittik. Dostlarım bizi bekliyorlardı, gelir gelmez bizi Tahran'daki arkadaşlarının evine, yemeğe götürdüler. Mehdi Bey ve ailesi ile süper bir gece geçirdik. Dışı çıtır çıtır pilava dikkat!
Yaşasın! Çok keyifli bir akşam! |
Bu fotoğraf Erika için! |
Aşağıdaki fotoğrafların hikayesi şu: Henrick'le Tahran'ı gezmeye gitmiştik. Dönüşte, Khosrow'ların, Kerej'in biraz dışındaki evlerine gitmek için bir taksiye fiyat sorduk. Takisicilerden biri yabancı olduğumuzu anlayıp arkadaşına "harici harici" diye seslendi, ve herif öyle bir fiyat söyledi ki, tepem attı ve arkamı dönüp yürümeye başladım.
O sırada, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Ali (gözlüklü) arkamdan yetişip, nereye gittiğimizi sordu. Ali'ye 5 dk önce metro çıkışında yol sormuştum, beni tanımıştı. Kerej meydanına gitmek istediğimizi söyledim, oradan Khosrow'lara dolmuş çalışıyordu. Ali bizi meydana kadar götürebileceğini söyledi, böylece Ali, Henrick, Ben ve Ali'nin 2 arkadaşı, onların otomobiline atladık. Ali Türkçe konuşuyordu, epey muhabbet ettik. Sonra Ali Khosrow ile telefonda görüşüp, bizi nerede bırakması gerektiğini sordu. Sonra işler karıştı: anlaşılan Khosrow, Ali'ye evin adresini vermişti! Ali gazı kökledi, şehir dışına giden yola vardık. Ben "yok biz taksiyle gideriz" dediysem de dinletemedim. Sonunda Khosrow'ların evine kadar geldik.
Khosrow bizi kapıda karşıladı, Henrick'i, beni, Ali'yi, ve herkesi öptü, cümbür cemaat eve girdik, Khosrow çayı daha biz yoldayken demlemişti.
Ali ve arkadaşlarının bir musiki grubunda çaldıklarını duyunca, Khosrow defini ortaya çıkardı. Ali'nin diğer arkadaşı da kemanını! Gerisini tahmin edebilirsiniz.
Herhalde yolculuğun en güzel gecelerinden biriydi.
Köfteyi çaktınız herhalde. Üstte farsça "20bin" yazıyor. Turistlere muck muck! |
Sokak köşelerinde falafel tezgahları var. |